ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞINDA TÜRK KADINININ ROLÜ

30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalamıştı. Böylece hukuken, Osmanlı Devleti yok olmayı kabullenmiştir. Anlaşma devletleri de artık Anadolu toprağını ele geçirdiklerini düşünmekteydiler. Oysa Türk halkı yer yer örgütlenmeye başlamış, kolay kolay yok olmayacağını göstermeye çalışmıştır. Böyle bir anda Mustafa Kemal, Samsun’da halkın vereceği destekten emin olarak Kurtuluş Mücadelesini başlatmıştır. Halk birlik ve beraberlik içinde kadını-erkeği, çocuğu-yaşlısı-genci ile onun etrafında toplandı. Türk kadını da her şeyiyle O’nun yanında her an desteği ile güçlülüğünü, kararlılığını gösterdi. Kurulan cemiyetlerle yetinmiyor, mitingler düzenliyor, halkı birliğe, savaşa çağıran konuşmalar yapılıyordu. Kadın, sadece kendini düşünmek için değil, ülkesi, milletin varlığı için savaşmaya karar vermişti. Bu uğurda can vereceğini belirterek ulusal güce güç katmıştı. Böylece Türk kadını halkı ile top yekun, tek vücut olarak işgale karşı çıkmıştı.[i]

Topyekun savaş, kadını erkekle bir düzeyde görür ve kullanır. Mesela, İkinci Dünya Savaşı ve sonraki yerel savaşlar hep böyle olmuştur. Milli Mücadelemiz de böyle bir savaştır. Dünya üzerinde, kadın, erkek, çocuk, yaşlı ve genci ile tüm “insan gücü”nün topluca yöneltildiği, bütün ekonomik kaynakların kullanıldığı ilk modern savaştır.[ii] Türk kadını savaşta; cephe gerisinde olduğu gibi, cephede de savaşmış, gerekirse canını vermekten çekinmemişti.

Türk kadınlarının faaliyetleri Anadolu’daki Milli Mücadelenin kazanılmasına katkıda bulunmaya yöneliktir. Bu dönemdeki kadınları, içinde bulundukları durum ve faaliyetleri bakımından birkaç grupta toplamak mümkündür:

1)İşgal bölgesindeki maruz kaldıkları tecavüz ve taarruzlar sebebiyle erkekleri göreve çağıran mazlum kadınlar.

2)Eline silah alarak bizzat savaşa katılanlar ve cephe gerisinde hizmet verenler (Yaralıya bakanlar, askere yiyecek-giyecek temin edenler).

3)Geniş kitleyi uyandırmak için dernek ve basın faaliyetine katılanlar. Bunların en meşhurları, başta Halide Edip olmak üzere Nakiye Elgün, Müfide Ferit Tek’tir.

4)Faaliyete moda diye bakanlar ve bu yüzden katılanlar, İstanbul sosyete hanımları bu faaliyetlerin dışında kalanlar. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti çektiği telgraflarla bu hanımları kınar.[iii]

Türk topraklarının içine düştüğü acı durumdan kurtarılması için memleketin her tarafında yabancı işgaline karşı protesto mitingleri başlamıştı. Mücadelenin ilk mitingi Redd-i İlhak Milli Heyetinin 14-15 Mayıs 1919 gecesi düzenlediği mitingdir. Bundan sonra Denizli, Kastamonu, Tavas, Bayramiç, Seydişehir, Giresun, Trabzon, Zonguldak, Edremit, Çal, Erzurum, Bursa, İzmit gibi yurdun dört bir yanında mitingler düzenlenmiştir.[iv]

İstanbul’daki ilk miting İnas Darülfünun’da öğrenciler tarafından 19 Mart 1919’da düzenlenmiştir. İşgal kuvvetleri protesto edilmiştir. Bu protestoyu Üsküdar Kız Kolejindeki bir toplantı izlemiştir. Yine ardından İstanbul Darülfünun’da bir toplantı yapılmıştır. Yapılan bu toplantıda bir hanım; “Kim demiş bir kadın küçük şeydir, bir kadın belki en büyük şeydir” diyerek Türk kadınının erkeği yanında mücadeleye hazır olduğunu haykırıyordu.[v]

İstanbul’un ilk mitingi Fatih mitinginde; kadınlardan Halide Edip ve Naciye Hanım’lar konuşmuştur.

Halide Edip konuşmasında, “Müslüman, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız. (…) Bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok: fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak var, Allah var.” [vi] Aynı mitingde Meliha Hanım; “Vatanımızı kurtarmak için yaşayacağız; kuvvetle iman ediyoruz ki, büyük Allah’ımıza sığınarak, cebr ile alınan bir hak elbette iade edilecektir” diyordu.[vii]

Ertesi gün (20 Mayıs 1919) Üsküdar’da Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sabahat Hanım halka sesleniyor, ondan sonra söz alan Naciye Hanım da savaşçılara cesaret vermek için onların yalnız olmadıklarını, karılarının, analarının, kardeş ve bacılarıyla çocuklarının hazır beklediklerini haykırıyordu.[viii]

Sabahat Hanım; “İşte hayatı, ruhu Türk olan İzmir’i bugün Yunanlılar aldılar. Belki yarın sinemizden bir şey, kalbimizden bir hayat koparır gibi birer birer Konya’mızı, Bursa’mızı hatta evet bütün güzellikleri ile çok sevgili İstanbul’umuzu isteyecekler. Zaman bu hayatımıza zehirli tırnaklarını takıp her fırsatta bizi biraz daha ölüme yaklaştıran bu kahredici kuvvetler karşısında, yine bu sükut tevekkelle mi yaşayacağız? Ben buna hayır diyorum, biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız ve medeniyete riyalar söyleyen varlıklara her zaman lanetler! Lanetler” diye seslenir.[ix]

Naciye Hanım ise; “Arkanızda, yanık bağırları, yaşlı gözleri, acı dolu kalpleriyle sizlere doğru koşan bizler varız. Kadınlarınız, analarınız, bacılarınız, evlatlarınız, canınızdan birer parça olan biz kadınlar varız…[x]

Bu mitingler yapılırken, fakültelerdeki toplantılar da devam etmektedir. Herkes gücünün yettiğince ulaşabildiği noktalardan telgraflar çekmekte, basın yoluyla da bu işgalleri bütün dünyaya duyurmak istemektedirler. Bu amaçlarını yine 22 Mayıs 1919’da Kadıköy’de düzenlenen mitingde dile getireceklerdir. Mitingdeki konuşmacılar arasında Halide Edip ve Münevver Saime Hanım’larda bulunmaktaydı.[xi]

Münevver Saime; “Her Türk’ün söylemek istediği fakat niçin bilmem yüksek sesle söylemekten çekindiği birkaç sözü ben açıkça söylemek isterim. Evet, açık söylüyorum kardeşlerim, aldatıcı kaynakların yazdıkları haberlere inanmayın. Bizim tamamiyet-i mülkümüzü muhafaza edecekler. Fakat, hangi hudut dahilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye’de mümkün olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. İsyan etmeyecek bir Türk kalbi de tanımıyorum. Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hıçkırıklarımızı işitecek kalp yok. Teşkilatı nihayet fiiliyata bağlamak lazımdır.” diyerek oldukça etkili bir konuşma yapmıştır.[xii]

Polis güçleri Münevver Saime’nin çağrısına sert tepki gösterdi ve onu tutuklamak istediler. O ise Anadolu’ya geçip yavaş yavaş örgütlenmekte olan ulusçu birliklere katıldı. Daha sonra, istihbarat hizmetlerinde görevlendirildi, sol kalçasından yaralandı, İstiklal Madalyasıyla onurlandırıldı.[xiii]

Bu mitingler içinde en ünlülerinden biri, 23 Mayıs 1919’da İstanbul’da, Sultan Ahmet Meydanında düzenlenenidir. İşgal kuvvetlerine karşı dikilen, Türk kadınının sesini bütün dünyaya duyuran Halide Edip, Meliha Münevver Saime, Nakiye, Aliye, Şükufe Nihal Hanımlar Türk Milletini kendine güvenmeye çağırdı[xiv].

Halide Edip Sultan Ahmet mitinginde; “Davamızı ilan ediyorum. Bu davamız da Türkiye’nin hak ve istiklalidir. Türkler, Türkiye’nin edebi hakkına asla dokundurmayacaklar, yarın Hakk’ın mahkeme-i kübrası önünde zalimlerin hepsi mahkemeye çekilecek, onlara bizim kanlarımızı döktürdünüz diyecekler… İşte kardeşlerim, işte evlatlarım davamızdan kaçmayınız. O gün size hak verecekler, bugün iki dostunuz vardır.Birisi, kalbi mabetleri bizimle bir olan Müslüman dünyası, birisi zalimleri yakasından sürükleyecek hak sahibi büyük milletlerdir. Kardeşlerim! Evlatlarım! Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün bir daha idras etmeyeceğiz. Evlatlarım; öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak, içimizde ölenler olursa, Türk’ün istiklal bayrağı ile mezarı üzerine geliniz” diye seslenmiştir. Halide Edip konuşmasını, “İnsanlık ve adalet esaslarına bağlı kalmak, hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete boyun eğmemek” yeminiyle bitirmiştir.[xv]

Sultan Ahmet’te 30 Mayıs 1919 ve 13 Ocak 1920’de iki yeni miting yapılır. Nakiye Elgün konuşmasında kadın dünyasının kararları ve vatan sevgisi konusunda şöyle seslenir: “Ben buraya kadın dünyasının, yemini, andını tekrara geldim. Ve diyorum ki: “Kadınlar, İstanbul ve İzmir için, ölmeye hazırdırlar” önümüzde iki yol görünüyor, birisi, şanlı hayatımıza devam etmek, diğeri de, hanımlar, efendiler, tarihimizi, gözlerinizle beraber kapayıp, hep birlikte sonsuzluğa götürmektir. Unutmayın ki, bir üçüncü yol yoktur.”[xvi]

30 Mayıs 1919 tarihli İkinci Sultan Ahmet Mitinginde konuşan Şükûfe Nihal, “Aziz vatan, beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın! İşte ben sabit, en ilahi bir iştiyakla öndeyim; o meş’um günü görürsem hodgâm ve sefil ellerden, son ve müthiş intikamı alacağım. O zaman şad ve sakin bir ruhla, serin yeşil kalbinde müebbeden uzanarak eczalarım yine sana karışırken beni artık sefil beşerin hiçbir kuvveti senden ayırmayacak” diyerek vatan sevgisini dile getirmiştir.”[xvii]

Türk kadını, askeri hizmetlerde, elindeki silahla savaşarak, kan dökerek, şehit vererek gönüllü olarak katılmış ve analık görevi ile beraber bu görevleri de layıkıyla başarmıştır. Cephe gerisindeki bütün cephanenin, yaralıların, ikmal maddelerinin taşınması, Türk kadının sırtına ve kağnısına yüklenmiştir. Basit silah endüstrimizi onlar çalıştırmıştır. Ankara, Ulus Meydanındaki kadın heykeli işte bu kahraman Türk kadınının simgesidir.[xviii]

Cephede, Milli Mücadeleye katılan, isimleri bilinen kadın kahramanlarımızın adlarını şöyle sıralayabiliriz:

Kara Fatma (Fatma Seher), Ayşe Hanım, Bitlis Defterdarının Hanımı (Kara Fatma Şimşek), Yemine Vardarlı, Hatice Hatun, Tayyör Rahmiye, Melek Hanım, Tarsuslu Kara Fatma, Gaziantepli Yirik Fatma, Kadın, Nazife Kadın, Gördesli Makbule, Asker Saime Hanım, Halide Edip (Adıvar).

Adana yakınlarındaki Külek kökenli olan Hatice Hanım; Emin ve Derviş Ağa’nın komuta ettiği müfrezeye gönüllü yazılmıştı. Birçok kez yaralanmasına karşın, Pozantı’ya hücum edecek kuvvetler arasında ona da görev verilmişti. Bu mevkide kuşatılmış bulunan Fransız’ların Toroslar’dan bir çıkış yolunu deneyeceklerini düşünen Hatice Hanım, onlara rehberlik yapabileceğini söyleyerek güvenlerini kazanmayı başardı. Fransız’ları Karaboğaz dar geçidine soktu; kendisi ise kaçarak çevresine haber verdi, topladığı 100 kadar silahlı kişiyle saldırdığı Fransız müfrezesine ağır kayıplar verdirdi.[xix]

Fatma Seher Hanım, I. Dünya Savaşına katılmış, mütarekenin imzalanması ile Erzurum’a dönmüştür. Milli Mücadelenin başlaması ile İzmit’te oğluyla beraber kahramanca savaşmış. Dört defa vurulmuş, Yunanlılara esir düşmüş, kurtularak Sakarya Savaşına, Başkomutanlık Meydan Muharebesine, Büyük Taarruza katılmış kahramanlığı ve cesaretiyle ün salmıştır. Üsteğmen rütbesine kadar yükselmiş ve istiklal madalyasıyla ödüllendirilmiştir.[xx] Kayıtlara göre İstanbul’da bir kulübede yaşamakta ve büyük bir sefalet içinde kıvranmaktayken 17 Şubat 1954’te Meclis kendisine vatani hizmet tertibinden (170 lira) aylık bağlamış, rahat yüzü göremeden 1955 yılında Erzurum’da ölmüştür.[xxi]

Güney cephesinde Tayyör Rahmiye Hanım. IX. Tümene bağlı bir gönüllüler müfrezesine komuta ediyordu. Bu müfreze, 1 Temmuz 1920’de Osmaniye’deki Fransız müstahkem mevkii karargahına saldırma buyruğunu aldı. Tayyör Rahmiye Hanım, buranın ele geçirilmesinden az bir süre önce can verdi.[xxii]

Gördesli Makbule, eşi Halil Efe Demirci’yle birlikte çete örgütlemişti. Akhisar, Sındırgı dolaylarında düşmanla savaşmış, düşmanı hayli hırpaladı. Askere büyük cesaret vermiş şehit olmuştur. [xxiii]

Asker Saime, İstanbul Kadıköy mitinginde halka yaptığı konuşmalarında gördüğümüz Münevver Saime Hanım, İtilaf Devletlerince yakalanmadan Anadolu’ya kaçmış ve Milli Mücadelede olarak savaşmış, İstiklal madalyası almıştır. Daha sonra edebiyat öğretmenliği yaptığını ve 1951’de vefat ettiğini öğreniyoruz.[xxiv]

Küçük bir çocuk olan Nezahat Hanım’ın öyküsü ise en çok anımsananlardandır. Sekiz yaşında öksüz kalan Nezahat Hanım Ulusal Kurtuluş ordusunda komutan olan babası Hafız Halit Bey’le birlikte, tüm cepheleri dolaştı, askere cesaret ve moral verdi. Onun öyküsü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Ocak 1921 tarihinde 140. toplantısında şöyle geçmektedir;

Bursa Milletvekili Emin Bey şöyle bir önerge vermiştir:
“Türkiye Büyük millet Meclisi Başakanlığına; “Çeşitli Harp cephelerinde, özellikle Göredes ve İnönü Meydan Muharebesi’nde çarpışmalara katılmış ve her an erlere, bazen subaylara bile gayret veren 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey’in kızı Nezahat Hanım’a ilk istiklal madalyasının verilmesini ve bu teklifin umumi heyetin tasdikine arz edilmesini rica ederim”

Daha sonra ,Operatör Emin Bey şöyle konuşuyor:
Efendim, bu Nezahat Hanım denilen küçük hanım, mini mini hanım, sekiz yaşında öksüz kamış, babasından başka kimsesi olmadığı için, babasının kucağına düşmüş ve Umumi Harpte çeşitli cephelerde bu çocuk harp içinde cephelerde büyümüştür. Hafız Halit Bey denilen bu zat da gayet kahraman bir komutanımızdır.Komutana layık bir çocuk... Bu çocuk kendi eliyle fazla düşman öldürmüştür. Ne zaman bir erin , bir subayın sarsıldığını görse hemen yanına koşar “haydi beraber çarpışalım” der., onula beraber çarpışır Babasında ufak bir çekinme görse, hemen babasına koşar “Aman baba hiç üzülme, annem öldü ama seni de vururlarsa, ben yetim kalmam. Bana millet bakar, haydi babacığım” diyerek bu suretle teşvik eder ve kim bir parça moralleri sarsılsa, Nezahat Hanım mutlaka yanına yanaşır. Bu çocuk mükafatlandırılmalıdır. İlk kez İstiklal madalyasını bu çocuğa verirsek, büyük bir kadirşinaslık gösteririz. Şunu arz edeyim, bütün askerlerimiz buna Türk Jan Dark’ı (Jean D’arc) adını vermişlerdir.”

Daha sonra , İzmir Milletvekili Hamdi Namık Bey konuşuyor:
“Efendim, Emin Bey kardeşimizin buyurdukları Halit Bey’in kızını bendenizde tanırım. Gerçekten öyledir. Türklerin bir Jean D’arc’ı sayılabilir.Yalnız bendeniz diyorum ki, çok kıymetli saydığımız İstiklal madalyalarının ,Yunan madalyalarına benzetmemek için on iki yaşında bir kız çocuğuna verilmesini uygun görmüyorum. Bendenizce uygunsa Büyük Millet Meclisi adına, büyüdüğü zaman cihazını sağlayacak bir hediye takdim edelim.”

Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey de, Osmanlı İmparatorluğunda hiçbir kadının taşımadığı paşa unvanın verilmesini dile getiriyordu. O sıralar kadınlara askeri rütbeler vermeye pek eğilimli olmayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu dilekleri göz önüne almadı, genç kahramanı bir çeyizle ödüllendirmekle yetindi.[xxv]


İstiklal savaşımızda, destanlaşan kadınlarımızdan Kezban’ı Halide Edip “Efe’nin Hikayesi”nde şöyle anlatır. Yunanlılar tarafından tecavüze uğrayan Kezban, dağlara çıkan Efe’ye durumu anlattıktan sonra, başörtüsünü yüzüne fırlatır ve haykırır:
“Alın bunları, örtünün, verin tüfekleri, kamaları bize, kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız.” Bu mert, yiğit, yürekli Kezban, namusuna sürülen lekeyi taşıyamayacağı için Efe’ye bir vasiyette bulunarak kendisini ırmağa atar. Kezban’ın vasiyeti şudur: “Siyah, perçemli, dişleri dışarıda Yunan neferini öldürünceye kadar, Aydın’dan Yunanlıları çıkarıncaya kadar kamasını kınına koymasını, bir zeybek sağken Yunan Aydın’da padişah olursa, benim kanım da onun boynunda olsun.”[xxvi]

Bu yürekli Anadolu kadını için Mustafa Kemal diyor ki: “Kadınlarımız aslında toplum hayatında erkeklerimizle her zaman yan yana yaşadılar. Bugün değil, eskiden beri, uzun zamanlardan beri, kadınlarımız erkeklerle baş başa, savaş hayatında, ziraat hayatında, geçim hayatında erkeklerimizden yarım adım geri kalmayarak yürüdüler. Belki erkeklerimiz ülkeyi zorla ele geçiren düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında varlıklarını ispat ettiler. Fakat erkeklerimizin oluşturduğu ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Ülkenin varlık nedenini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkar edemez ki, bu savaşta ve ondan evvelki savaşlarda milletin yaşama yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla kağnısıyla, kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin savaş malzemesini taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o özverili, o ilahi Anadolu kadınları olmuştur. Bundan dolayı, hepimize bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle sonsuza dek kutlayalım ve büyük saygı gösterelim.” [xxvii]

Türk kadınları bu savaşa tüm benlikleriyle katıldılar. Onlar, ordunun yardımcı hizmetlerine katkıda bulunmakla yetinmediler, bunanla sınırlı kalamazlardı, kalmamalıydılar. Sık sık kavganın tam ortasında ve içinde yer aldılar. Pek çok kahramanlık eylemleriyle belirginleştiler. Tarih, bu kadınların birçoğunun adını saklamıştır.[xxviii]

Kurtuluş Savaşı sırasından yüzlerce Türk Kadını çocuğu yollarda, kağnı kafilelerinde ölmüş, çoğunun adı sanı belli olmadan ya gömülmüş ya da nüfus kütüklerine “eceliyle öldü” kaydı düşülmüştür. Bize bugünkü ülkeyi ve siyasi rejimi armağan edenler, savaş yıllarında cephe yollarında hayatının hiçe sayan isimsiz kahraman köylü Türk kadınlarıdır.[xxix]

Türk Kadını, yüzyıllar boyunca haklarından mahrum kalmış, toplumda ikincil konuma düşmüşken Atatürk Devrimleri ile yeni haklara sahip olmuştur. Kadın haklarında yapılan yenilikler ile Türk Kadını toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasal alanda söz sahibi olmaya başlamıştır.Yeni bin yılda sağlanan bütün gelişmeler ve uğraşların devam etmesi ve ilerlemesi gerekmektedir. Bu da kadınlarımızın haklarına sahip çıkmaları ile mümkündür. Her Türk Kadınının görevi ve amacı; Atatürk Devrimlerine , kendi haklarına sahip çıkmaktır. Devrimlere yapılacak saldırılara karşı çıkmak, bu hakları bilmekle ve korumakla gerçekleşir. Bu hak ve devrimlerden ödün vermek, kadın haklarından mahrum olmak karanlığa gömülmek demektir. Tekrar ikinci sınıf insan , horlanan kişiler olmak istemiyorsak; haklarımın bilincinde daha ileri , daha çağdaş bireyler olmamız gerekmektedir. En azından, Anadolu kadınının bu hakları bileğinin hakkıyla aldığını bilip, onların anısına saygısızlık etmemek adına bunu yapmak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin devamını, laik düzeni sağlamak Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkmak her Türk kadınının amacı, görevi, ideali olmalıdır. Bu ideal ile Türk Kadını kendisinin ve ülkesinin gelişimini sağlamış olacaktır.


"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim."


Mustafa Kemal Atatürk

30 Mart 1923 Vakit Gazetesi

KAYNAKÇA
KADINLAR GÜNÜ TARİHÇE